The Last of Us Part I Review (Lumorion)
Oyun Olmaktan Çıkan Hikâye – The Last of Us Part I
Oyuna başlamadan önce diziyi izlemiştim. Bu yüzden ilk başta fazla bir beklentim yoktu. Hikâyeyi biliyordum, bu yüzden sadece iyi bir oynanış deneyimi yaşarım diye düşünüyordum. Ama yanılmışım. Oyun, dizinin çok ötesine geçti. Aynı evrende geçmesine rağmen sahneler, akış, atmosfer öylesine farklıydı ki bambaşka bir gerçekliğe adım attım. Karakterlerin yorumlanışı, sahne tasarımları, Joel ile Ellie’nin bağı... Her şey daha ham, daha insani, daha içime işleyen bir şekilde sunulmuştu. Şimdi düşünüyorum da keşke önce oyunu deneyimlemiş olsaydım diyorum. Çünkü bu hikâyeyi ilk defa bir oyuncunun gözünden, onun adımlarıyla yaşamak, ekrandan izlemekten çok daha yoğun bir deneyim. Yine de iyi ki diziyi önce izlemişim. Aksi takdirde oyunun ardından buna katlanmak, karşılaştırmak, belki de duygusal olarak törpülenmek çok zor olurdu.
2013 yılında bu oyunu döneminde oynayabilmek isterdim. O yaşta mümkün değildi belki ama zamanın ruhuyla bu hikâyeye karışmak isterdim. Şimdi, geç de olsa yaşadım. Ve oyun bana sadece bir kıyamet sonrası anlatı sunmadı, aynı zamanda duygusal bir ayna tuttu. Özellikle Joel’in hikâyesi... Kızını kaybeden bir adamın zamanla başka bir kızı sahiplenmesini anlatmak kolay ama hissettirmek çok başka. Bu oyun hissettiriyor. Eski benliğime döndüm. Küçükken hep bir kız çocuğum olsun isterdim. Bu oyunda, Ellie ile birlikte, bunun ne demek olduğunu, neye dönüştüğünü, neyin kaybedilip neyin kazanıldığını deneyimledim. Bu bir empati testi değil, bir bağ kurma sınavıydı.
Ve sonra o karar geliyor. Final. Ekran başında öylece kaldım. Joel’in yaptığı şeyi anlayabiliyordum çünkü ben de aynısını yapardım ya da yaparken can verirdim. Bu yük, insanın dikkatini kaybettiği anda yere çökmesine neden olacak kadar ağır ama yine de taşımak isteyeceğin bir şey. Çünkü o yük artık senin bir parçan.
Zürafa sahnesi geldiğinde her şey sustu. Joel için o an, geçmişin bütün korkularından sıyrıldığı bir huzurdu. Ellie içinse, dünyanın hâlâ güzel olabileceğine dair bir kanıt. O an, bir oyunun ötesinde, bir varoluş hissi gibiydi. Gökyüzüne uçtuğumu hissettim. İkisi de konuşmuyordu çünkü dünya konuşuyordu. Bir zürafanın başı, bir çocuğun gülümsemesi, bir adamın iç çekişi... Hepsi bir cümlede birleşti: “Hayat hâlâ burada.”
Bazen içimde iki ses var. Biri bana her şeyin anlamsızlığını, yaşamın ölümle yaptığı uzun bir şaka olduğunu söylüyor. Diğeri ise belki de kaybetmenin bir tür özgürlük olabileceğini fısıldıyor. The Last of Us bu iki sesin arasında geçen bir satranç gibiydi. Tıpkı Yedinci Mühür’deki şövalye gibi. Her hamlede ölüm yaklaşıyor ama oyun devam ettikçe anlam da doğuyor. Belki de yaşam, o anlamı yaratma çabasında gizlidir.
Şimdi sırada Left Behind var. Sonrasında belki başarımları tamamlamak için bir gün tekrar dönerim. Ama şu an biliyorum ki artık onların dünyasındayım. Joel gibi düşünüyor, Ellie gibi hissediyorum. Ve ne olursa olsun, artık onlardan biriyim.