Prince of Persia: The Lost Crown Review (mit)
Ori ve Hollow Knight’tan beri yapılmış en iyi metroidvania.
Aslında şans vermeyi hiç düşünmediğim bir oyundu The Lost Crown. Çünkü duyurulduğu günden beri benim gibi azılı bir PoP hayranını kendisinden uzaklaştıracak her tür lafı ediyordu Ubisoft. “Yepyeni bir başkarakter!” “Bildiğiniz Prens’i unutun!” “Sargon adında, rasta saçlı, asi bir genci yöneteceksiniz!” “Modern kitlelere yönelik olacak!” “Seriyi sıfırlayacak!” Ama ne mutlu ki oyun hiç ummadığım kadar iyi çıktı ve tüm ön yargılarıma rağmen acayip keyif aldım.
Demin de belirttiğim gibi, The Lost Crown seriyi tamamen sıfırlıyor ve bizi bambaşka bir hikâye akışına götürüyor. Bildiğimiz Prens’i, hain veziri, zamanın kumlarını ve Bin Bir Gece Masalları atmosferini unutun. Bu sefer Sargon adında, kılıç kullanma konusunda usta, son derece çevik ama bir o kadar da küstah bir genci yönetiyoruz. Kendisi Pers İmparatorluğu’nun “Immortals” (Ölümsüzler) olarak bilinen meşhur askerlerinden birisi.
Ölümsüzler oyunun hemen başında Persepolis’i kuşatan Kuşan İmparatorluğu’nun askerlerini yeniyor ve şehri düşmanın pençesine düşmekten son anda kurtarıyorlar. Ama tam işler yoluna girdi derken Tomris Hatun’un oğlu Prens Ghassan (Hasan diye okunuyor) kaçırılıyor ve onu kurtarma görevi yine biz Ölümsüzlere düşüyor. Evet, oyundaki “Pers prensi” bu.
Prensi kaçıranların peşine düşen kahramanlarımız kendilerini efsanevi Kaf Dağı’nın eteklerinde buluyor. Burası aynı zamanda büyülü güçleriyle bilinen Simurg’un (bizdeki Zümrüdüanka) ve Pers İmparatorluğu’nun en büyük hükümdarlarından biri olarak görülen Kral Darius’un yaşadığı saray. Ancak Darius otuz yıl önce ölmüş, Simurg ortadan kaybolmuş ve Kaf Dağı’nın üstüne bir lanet çökmüştür. Zaman artık burada güvenilmez bir kavram hâline gelmiştir. Öyle ki daha saraya adım atmamızın üstünden sadece birkaç dakika geçmesine rağmen yoldaşlarımızdan birinin, “Haftalardır buradayız ama bir sonuç elde edemedik,” dediğine, saray muhafızlarından birininse “yıllardır bu koridorlarda dolaştığından” bahsettiğine şâhit oluyoruz.
Dağa çöken lanet yüzünden saray muhafızlarından bazıları zombiye dönüşmüş, bazı yerleri çeşitli canavarlar basmış, bazı yerlerdeyse zaman tamamen durmuş. Yıkılmak üzereyken havada asılı kalan dev bir heykel, bir deniz savaşının ortasında donakalan gemiler, geri geri akan kum şelaleleri... Daha neler var neler.
Açıkçası ilk yarım saat boyunca oyuna biraz soğuktum. Prens’i Ghassan adında, etkisiz bir elemana çevirmeleri mi dersiniz, Sargon’un punk saçları ve tavırlarımı, yoksa Sands evreniyle sıfır alaka olması mı… Ama Kaf Dağı’na adım atıp da serüvene gerçek anlamda başlar başlamaz işler çabucak değişti. Çünkü oyun acayip sarıyor, öyle böyle değil. Özellikle de metroidvania türünü seviyorsanız.
Bir kere Sargon’u yönetmek çok keyifli. Oyun her ne kadar 2D olsa da önceki PoP oyunlarından hatırladığımız akrobatik hareketlerin çoğunu yapabiliyoruz. Duvardan duvara sıçramak, bayrak direklerinde dönmek, tuzaklardan kaçmak, zombi askerlerle savaşmak… Başkarakterimiz de oyunda ilerledikçe o asi tavırlarını bir kenara bırakıp daha sevilesi birine dönüşüyor. Zaten hatırlarsanız Sands of Time’da da benzer bir durum vardı. Ayrıca Layla & Qays (Leyla ile Mecnun) adını verdiği ikiz kılıçlarını kullanma konusunda da çok hünerli biri kendisi. Ve bütün bunlar onu yönetmeyi acayip keyifli bir hâle getiriyor.
Oynanış temel olarak alışageldiğimiz metroidvania formülünü kullanıyor. Elimizde birbirleriyle bağlantılı bölgelerden oluşan büyük bir harita var. Ama ilk başlarda her yere gidemiyoruz. Yeni bölgelere ancak oyunda ilerleyip yeni yetenekler kazandıkça ulaşabiliyoruz. Oyunun haritası gerçekten ÇOK BÜYÜK. İşin güzel tarafı her bölgenin birbirlerinden olabildiğince farklı olması. Üstelik sadece çevre tasarımı olarak değil, bulmacalar ve düşmanlar açısından da öyle.
Oyunda 10’dan fazla farklı bölge var: Saray, ormanlar, şark bahçeleri, astronomi kuleleri, yeraltı mezarları, limanlar… Ve bunların her birinde diğer bölgelerde rastlamayacağınız 2-3 farklı düşman tipi bulunuyor. Üstelik hepsi de son derece dişli rakipler ve en ufak bir hatanızda bile ağzınızı burnunuzu itinayla kırıyorlar. Hele aynı anda iki-üç kişi birden dalarlarsa yandınız; bütün yeteneklerinizi ve reflekslerinizi kullanmazsanız dayaklardan dayak beğenmeniz işten bile değil. Kaç defa bir bölüm sonu canavarına gideceğim derken bu ayaktakımından bir güzel sopa yediğimin sayısını inanın unuttum. Oyunda bir parça Souls havası var desem abartmış olmam yani. Kayıt noktalarında dinlendiğinizde veya aynı bölgeye geri döndüğünüzde bütün düşmanlar yeniden canlanıyor hatta.
Sargon’un eli de armut toplamıyor tabii. Çift kılıcımıza ilaveten ilerleyen bölümlerde bir ok ve yay, bir de çakram (Xena’nın meşhur fırlatma diski) sahibi oluyoruz. Sağda solda topladığımız materyallerle sarayın demircisine (kendisi kocaman, kıpkırmızı bir iblis abla bu arada) uğrarsak silahlarımızı güçlendirebiliyoruz. Yine çeşitli görevleri yaparak veya sandık açarak bulduğumuz kolyeleri boynumuza asıp kendimize çeşitli özellikler kazandırabiliyoruz. Ateşe dayanıklılık, daha fazla can, daha fazla hasar verme gibi gibi… Normal saldırılara ek olarak bir de “parry” (savuşturma) yeteneğimizi var. Ama zamanlamasını saniyesi saniyesine tutturmamız lazım, aksi takdirde zaten canımıza ot tıkayan düşmanlar bir de üstüne kritik hasar verip bizi eşekler cennetine postalayıveriyor.
Oyundaki bölüm sonu canavarlarını yendikçe bir Simurg tüyü kazanıyoruz. Bunlar da bize çeşitli “zaman güçleri” bahşediyor. Ama zaman deyince aklınıza hemen Sands of Time gelmesin. Bilakis, Sargon’un güçleri daha farklı, metroidvania oyunlarından görmeye alışkın olduğumuz türden şeyler: Çift zıplama, ileri atılma, kendi klonunu oluşturma gibi gibi. Bitmedi! Bir de Artha denilen bir enerjiyi kullanarak gerçekleştirdiğimiz süper düper güçlü, özel vuruşlarımız var. Bunların “Gılgamış’ın Ruhu,” “Bahamut’un Öfkesi” veya “Şahbaz’ın Hayaleti” gibi isimlere sahip olmasıysa yüzünüze küçük bir tebessüm yerleştiriyor.
Tabii oyun sadece kılıç tokuşturup oraya buraya atlamaktan ibaret değil. The Lost Crown’ın haritası gizli odalar, çözülecek bulmacalar, yan görevler, bulunacak kıyafetler ve toplanacak eşyalarla dolu. Bölüm tasarımları çok başarılı ve birbirlerinden olabildiğince farklı. Bir an dehşetengiz yaratıklarla dolu, karanlık tünellerde can havliyle koştururken başka bir an tuzaklarla dolu bir korsan kasabasında envai çeşit düşmanla kılıç tokuşturuyoruz. Özellikle sürprizini kaçırmak istemediğim bir “deniz savaşı” bölümü var ki sanırım en çok orayı sevdim. Çok orijinaldi.
30 saat böyle bir oyun için çok uzun bir süre gibi gelse de hiçbir saniyesinden sıkılmadığım, her anından büyük keyif aldığım bir tecrübe oldu. Yalan yok, gönlüm hâlâ 3D bir PoP oyunu görmeyi istiyor. Ama The Lost Crown’ın izinden giden, benzer oyunlar görmeyi de dört gözle bekliyorum artık.
Artılar:
+ Aşırı keyifli oynanış
+ Görkemli bölüm sonu canavarları
+ Doyurucu düşman çeşitliliği
+ Keşfetmesi keyifli harita
+ Detaylı bölüm tasarımları
Eksiler:
- Hikâye sonlara doğru yalpalıyor
- Ufak tefek buglar
The Lost Crown alıştığımız PoP oyunlarından biri değil. Ama kötü bir oyun hiç değil. Tam aksine akıcı oynanışı, zorlu düşmanları ve görkemli bölüm sonu canavarlarıyla bu yılın sürprizlerinden kendisi. Ubisoft seriyi sadece köklerine döndürmekle kalmamış, aynı zamanda şimdiye dek yapılmış en iyi metroidvania oyunlarından birine imza atmış. Prens’e de böyle bir dönüş yaraşırdı zaten. 9/10
Bu oyunu sevdiyseniz şunları da deneyebilirsiniz: Guacamelee, F.I.S.T., Grime, Strider
Daha fazla incelememe göz atmak isterseniz Steam Küratör sayfamı ziyaret edebilirsiniz: Pikselatör