Max Payne 2: The Fall of Max Payne Review (PandomiouS)
"The past is a gaping hole. You try to run from it, but the more you run, the deeper, more terrible it grows behind you, it's edges yawning at your heels. Your only chance is to turn around and face it. But it's like looking down into the grave of your love."
Herkesin aksine, serideki ilk oynadığım oyun Max Payne 2'dir. Herkes nedense ilk oyuna hayranlık duyar, her yerde onu över ve ondan bahseder. Ikinci oyununsa pek esamesi okunmaz, "bir mükemmel bir oyundu, bir başyapıttı. iki de güzel oyundu" falan şeklinde geçiştirilir. İşte bu şekilde serinin ikinci oyununu geçiştirenler, makatımı yalayabilirler. Max Payne 2, bana göre, TPS aksiyon oyunlarının zirve isimlerinden bir kaçıdır. Bunu sadece dönemine göre mükemmel olan çatışma ve fizik mekanikleri için söylemiyorum, shooter tüm TPSler arasında karşılaştırarak söylüyorum. Yani gerek hikayesiyle, gerek ilk oyunun müziğinin üstüne yapılmış keman ve dram ağırlıklı unutulmaz, adeta Godfather soundtrack etkisi yapan soundtrack'iyle, bu oyun benim kalbimde çoook ayrı bir yerdedir. Hikaye anlatımı, ana karakterin dibi görüşü, o karanlık atmosfer, ve tabii ki yağmurlu geceler... Ah be, gerçekten çok özlüyorum geçmişi. Oyunların bana verebildiği o eski tadı, o eski beni, anıları... Evet bu bir shooter oyunu, baktığınız zaman sadece yoluna çıkanları mermi manyağı yapan bir dedektif ana karakteri yönetiyoruz. Ama o mükemmel hikaye anlatımı, o müzikler... Yani durduramıyorum kendimi. Benim için hikayeden daha önemlidir, hikayenin nasıl ve hangi koşullarda anlatıldığı. Max Payne 2 de kesinlikle böyle bir oyun. Hikayesi bir Nolan filmi değil, ama hikaye anlatımı resmen bir Dark Knight seviyesinde.
Keşke seni yeni ve yeniden oynadığımda hala o çocukluğumda aldığım hisleri alabiliyor olsam, keşke...