Assassin's Creed II Review (Dark Lord)
Assassin’s Creed II, oynadığım en büyüleyici oyunlardan biri oldu. Daha ilk dakikadan itibaren beni içine çeken atmosferi ve hikayesiyle, gerçek anlamda zamanın nasıl geçtiğini unutturdu. Ezio’nun hikayesinin başından itibaren onunla beraber büyüdüm, ailesinin trajedisini hissettim ve intikam yolculuğunda adım adım ilerlerken kendimi onun yerine koydum. Floransa’nın sokaklarında dolaşırken, Venedik’in büyüleyici kanallarında süzülürken ya da Toskana’nın geniş arazilerinde at koştururken her detay öyle gerçekçi hissettirdi ki oyundan çıkmak istemedim.
Hikaye inanılmaz sürükleyiciydi; sade bir intikam öyküsünden, derinlemesine işlenmiş bir suikastçı destanına dönüştü. Karakterlerin her biri kendine özgüydü ve Leonardo da Vinci gibi isimlerin hikayeye dahil edilmesi oyuna bambaşka bir hava kattı. Haritalar, dönemin İtalya’sının havasını birebir yaşatırken, her şehir kendi kimliğini hissettiriyordu. Görev çeşitliliği de oldukça tatmin ediciydi, sıkılmadan her birini yapmak için can atıyordum.
Ezio’nun büyümesini izlemek, acemi bir gençten kararlı ve usta bir suikastçıya dönüşmesine tanıklık etmek ise ayrı bir zevkti. Dövüş mekanikleri akıcı, görevler yaratıcı ve yan aktiviteler oldukça keyifliydi. Özellikle Monteriggioni’yi geliştirmek, oyuna farklı bir derinlik katmış. Ana hikayenin dışında bile yapılacak o kadar çok şey vardı ki oyunun dünyasında kaybolmak an meselesiydi. Desmond Miles sahneleri azdı ama beni epey tatmin etti.
Assassin’s Creed II, sadece bir oyun değil; gerçekten yaşanmış bir macera gibiydi. Baştan sona kadar dolu dolu hissettiren, kendimi Ezio’nun hikayesinin bir parçası gibi görmeme neden olan eşsiz bir deneyimdi. Oyun bittiğinde, hikayenin bir parçasını geride bırakmış gibi hissettim. Şimdi sırada Brotherhood var ve devamını öğrenmek için sabırsızlanıyorum.